Kara kaynaşan kütlesini izlemiştik beraber Salacak'ta. Eski İstanbul'dan bize doğru gelişini altındaki o karanlığı. Rüzgâr vardı... Bize yaklaşan geleceğe bakarken hayranlık ve şaşkınlık içindeydik. O şey öyle canlı hareketli hatta kararlıydı ki; sanki onun gelişini kaçınılmaz yapan bizdik. Hatırlıyorum şimdi. Ve bu çok kötü. Hayatın bu kadar yanlış gidebileceğini kim düşünebilirdi? Fırtına... Fırtına çok fena vurdu bizi.
Banyodaki işkence nihayet bitmişti... Ben bininci kez buz gibi akan suyun altında yıkanmaya çalıştıktan sonra vücudumun her parçasından apayrı titreyen çenemi de yanıma alıp dışarı çıkmıştım. Kendimi Zeyno'yu bıraktığım yerde; tam televizyonun karşısındaki koltukta çekirdek yerken buldum. Gary Grant siyah-beyaz suretiyle gülümsüyordu ekrandan... "Eğer beş dakika daha durursan bu pozisyonda üçüncü saatine girmiş olacaksın Zeyno bırak artık elinden şu çekirdeği..." Tuzdan şişmiş dudaklarının arasında bir tane daha çıtlatırken "Yardım et daha var." dedi. Bir kazınmış saçlarına bir çarşamba pazarından bulduğu pokemonlu geceliğine baktım. Beylik tanımlardan hangisini yapabilirdim ki onun için; Sevimli?.. Masum?.. Akıllı?..
Tam olarak hiçbiri değildi.
Tam olarak... Ne ahlaklıydı ne sevecen ne de şirin. Tam olarak hiçbir şey değildi. O meşhur ağlayan çocuk posteri etkisi yaratırdı bende.
Ve güneşin ilk ışığını martılar aniden ötmeye başlamadan önceki o kimsesiz sessizliğin zamansızlığını severdi. Kötü içiciydi.
Ama belki doğrusu da oydu.
"Amacı ne?" derdi. "Sen kendinden geçmek için içmiyor musun sanki?"...
Ardından koltuğuna gömülür eski filmleri izlerdi çoğunlukla. Bir üniversitede okuyordu galiba... Hangisi olduğunu ikimiz de hatırlamıyorduk.
Koltuğun kolçağına iliştim. Bir avuç tuzlu çekirdek aldım kesekâğıdından.
"Duramıyorsun değil mi?" dedim.
"Katherine Hepburn böyle ağlarken duramıyorum." dedi.